ADANA
Akşamın
ilk gölgeleri düşerken bir telaş başlardı evde. Taş döşeli avlu, süpürülür
yıkanırdı. Biraz kuruması beklenir, sonra halılar, kilimler serilirdi yerlere.
Kenarlara duvar yastıkları dizilir, köşelere minderler konurdu. Birkaç tane de kırlent
atıldı mı sağa sola, oturma odası hazırdı, yıldızların altında. Radyo, oturma
odasının penceresinden dışarı çıkarılır çiçek saksılarının arasına
yerleştirilirdi. Uzun dalga Ankara radyosu en çok dinlenen istasyondu. Ne de
olsa devlet radyosu; haberler burada, Tahsin Temrel’in efektlerini yaptığı Radyo
Tiyatrosu burada… Fakat söz konusu müzik olursa; rağbet gören istasyonlar kısa
dalga Meteorolojinin Sesi veya Polis Radyosu olurdu. Arada bir Rum radyoları
karışsa da Zeki Müren’in sesini kimse bastıramazdı:
“Kalbimi bezlederim minnet- ü zevkle
dilesen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum sev
diye sen… “Radyonun altın günleriydi onlar.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Hüseyin Bey;
“Kusura bakmayın, ben yatıyorum.” dedi, merdivenlerden çıkarak içeri girdi.
Onun gitmesiyle tedirginliği hat safhaya ulaşmış Zehra:
“Abla” dedi, “gördün mü Recep’in
yaptığını? ‘Canım, ciğerim’ dedi, ‘bir tek cumartesim var’ dedi, ‘en geç akşam
10’da seni alırım eniştemlerden’ dedi, bak saat 12’ye geliyor ortada yok.”
Birileri duyar da ayıp
olur diye düşündü, daha kısık bir sesle ama öfkeli devam etti.
“ Allah belasını versin
bu adamın.”
Zehra’nın ablası;
“Bela okuma, ne yapalım,
her güzelin bir kusuru olur.” dedi, Zehra devam etti: “Yok, abla bu böyle yürümez. Bunu kaçıncı yapışı. Adam
huy edinmiş, olacak gibi değil.”
Ablası sakinleştirmeye çalıştı
Zehra’yı.
“Erkek milleti değil mi,
işte... Başkası daha iyi mi sanıyorsun?”
Zehra, sakinleşeceğine
daha da çok kızmıştı:
“Gecenin bir saati.
Herkes yatacak. Evde tek başıma korkarım.”
“Yabancı yerde misin? Yatarız
burada.” dedi ablası.
“Olmaz!” dedi Zehra, “Eve
giderim, ama Murat benimle gelsin. Bana bekçilik yapsın bu gece.”
Evin girişindeki
merdivenlerin ilk basamağında oturuyordu Murat. Işık en güzel buraya düşüyordu
ve kitap okumak için en uygun yerdi burası. Elindeki resimli romandan başını
kaldırdı, sevinçle;
“Gelirim.” dedi.
Sevindi Murat. Zehra teyzesine gitmek Murat için büyük
bir zevkti. Onlarda okunacak o kadar çok dergi vardı ki. Hem de dergilerin ilavesi
bir sürü resimli roman: “Tef, Dolmuş, Akbaba, Pazar, Yelpaze,” en önemlisi de “Pazar
Çocuk”. Hem teyzesi hem de eniştesi merdiven boşluğunun üstündeki pencerenin
içinde duran eski dergileri karıştırmasına ses çıkarmazlardı. Bu pencere her
zaman kapalı dururdu ve kitaplık görevini üstlenirdi. Murat pencerenin gerçekte
nereye açıldığını, arkasında neler olduğunu bilmezdi. Penceredeki benekli, rengi
çoktan solmuş kalın perde aralanacak olsa, buradan Gökler Hâkimi Gordon’un uzay
gemisini ya da Boncuk ’un kulübesinin bulunduğu Basri Beylerin bahçesini görebileceğini
hayal ederdi.
Resimli
romanların altın çağlarıydı o günler. Gerçi daha Ontario Kurtları maceralarına
başlamamıştı ve henüz Zagor ortalıkta yoktu; ama Pekos Bill, Teks, Kinova, Tom Miks,
Teksas gibi babayiğit kahramanlar vardı. Murat için vaz geçilmez kahraman Pekos
Bill’di. Onun kıvırcık sarı saçlarının arasında, önünden arkaya doğru uzanan
siyah bir perçem vardı ve çok değişik bir hava verirdi çehresine. Pantolonunun
rüzgârda uçuşan renkli uzantıları vardı Pekos Bill’in. Havada kemendiyle yıldız
çizen bu Teksas kahramanına vurgundu Murat. Ancak Süe, yani Pekos Bill’in
sevgilisi, Murat için lüzumsuz bir varlıktı. “Neden koyarlar ki?” diye hayıflanırdı
kendi kendine.
Murat,
9 yaşındaydı… Pek çok şeyin farkındalığından uzak, altın yaşlardı onlar. Ne
geçim derdi ne de gelecek endişesi, vardı Murat’ın. Bir sinema bileti; bir de
ikinci el resimli roman alacak para geçince eline, kendini dünyanın en zengin
insanı zannederdi. Yalnız, sinema deyince orada biraz durmalı, öyle her film
olmazdı: Tarzan birinci tercih, olmazsa ajan filmi olmalıydı o da olmazsa
kılıçlı filme razı olurdu. Yanlış bir filme giderse ertesi gün arkadaşlarını
uyarırdı:
“Oğlum
sakın o filme gitmeyin, kötü, çok fazla öpüş var.”
“Teyzeciğim,
hiç korkma yanında ben varım, ben, yani Pekos Bill.” diyordu Murat.
“Yerini
hazırladım, haydi bakalım.”
Murat,
yanında bir deste dergi, teyzesinin oturma odasında pencerelerin hemen önünde
duran tahta divanın üstüne serdiği yatağa uzandı. Ondan mutlu kimse olamazdı
artık. Zehra:
“Uykun
gelince ışığı kapat. Kapını aralık bırakıyorum, korkma.” dedi, odadan çıktı. Bu
“korkma” sözünden alındı Murat; ama biraz sonra dergilerin resimli dünyasına dalıp
bu dünyadan elini eteğini çekti.
Bir
gürültü koptu. Murat gözlerini açtı.
Odanın
ışığı kapatılmış, yatağın içindeki dergiler düzgünce başucuna konulmuş ve
üstüne yorganı örtülmüştü. “Teyzem yapmış.” diye düşündü. Yataktan hafifçe
doğruldu. Sesler dışarıdan,
merdivenlerden geliyordu. Teyzesi, bağırıyordu:
“Gelme,
çık, hiç gelme, ahlaksız adam.”
Heyecanla
yerinden fırladı. Aralık kapıdan antreye çıktı. Her yerin ışıkları açıktı.
Karanlıktan çıktığı için görmede zorlandı Murat. Teyzesi merdivenlerde, üstünde
pembe bir sabahlık, ayakları çıplak, iki elinde iki terlik durmuş aşağıya, holde
duran birine bağırıyordu. Merdiven boşluğuna bakan tırabzanlardan kendini
göstermemeye dikkat ederek aşağı baktı. Eniştesi Recep, ilk basamağın önünde
duruyordu. Kumral kıvırcık saçları dağılmış, kâkülü alnına düşmüştü. Üstünde
yazlık beyaz bir takım elbise, beyaz bir gömlek vardı ve kravatı yarıya kadar
gevşetilmişti. Eniştesini Pekos Bil’e benzetti Murat. Yüzünde tebessüm eksik
olmayan bu insan, Murat’ı sever, onu ciddiye alır bir büyük insan gibi onunla
sohbet ederdi. Murat da eniştesini severdi ve o sevdiği her insanda Pekos Bill’den
bir parça görürdü.
Recep
yalvarıyordu.
“Bak
bir tanem, olmadı, arkadaşlar bırakmadı, geciktim. Uzatma bu kadar.”
Daha
cümlesini tamamlamadan ilk terliği fırlattı Zehra. Recep, çevik bir hareketle sağ
yanına kaydı, boşa giden terlik dış kapıya gürültüyle çarptı. Murat gülümsedi,
“Pekos
Bill’i vurmak o kadar da kolay değil.” diye düşündü.
Recep;
“Canım,
komşular uyanacak, rezil olacağız, yapma!” dedi yumuşak bir sesle.
Zehra
bağırdı:
“Bak
bak rezil olacakmış, zaten sayende reziliz.”
İkinci
terlik kurşun gibi çıktı Zehra’nın elinden. Bu kez arkasına doğru köprü kurar
gibi büküldü Recep. Terlik, havada uçan kravatını yaladı geçti. Murat, nerdeyse
ellerini çırpacaktı;
“Yine
ıskaladı.”
Teyzesine
baktı. “Kurşunu bitti dedi.” içinden.
Recep
yalvarmayı sürdürdü:
“Canımın
içi, bak bu son.”
Zehra,
isabetsiz terliklerin acısıyla sesini daha da yükseltmişti:
“Alçak,
geber inşallah, dilerim bir dahaki sefere ölün gelir!”
“Yavrucuğum,
kesinlikle bir daha olmaz.” dedi Recep ve elindeki bir demet çiçeği salladı. “Bunlar
sana tatlım.” Zehra daha da hırçınlaşmış, atmak için bir şeyler arıyor ve bağırıyordu.
“Yüzsüz,
bir de çiçek ha?”
Recep,
elindeki çiçeği ilk basamağın üstüne koydu. Şimdi ikinci basamaktaydı artık.
Cebinden çıkardığı büyük bir peçeteyi serdi basamağın kenarına.
“Bak
hayatım bunları sana getirdim, emin ol sensiz boğazımdan geçmedi.”
Cebinden
çıkardığı avuç avuç fıstıkları, fındıkları, bademleri peçetenin üstüne boşaltıyordu.
Bir an sessizlik oldu. Zehra, ara vermiş, dinleniyor gibiydi. Ceplerin
boşalması bitince kaldığı yerden devam etti.
“Yarın
anneme gidiyorum, beni bir daha arama.”
Ama
bu kez sesindeki öfke yerini hüzne bırakmıştı.
“Canım
sensiz ne yaparım.” dedi Recep, müşfik bir sesle ve devam etti. “Belki aç
yatmıştır, dedim, sana yaptırdım.” Bu kez elinde bir başka paket vardı.
“Adana,
bizim Selami ustadan hürmetlerle.”
Kısa
süre bir sessizlik. Adana kebabının kokusu hafiften ortalığı sardı. Sessizlik
devam ediyordu. Zehra, sakin kısık bir sesle sordu:
“Acılı
mı?”
Elindeki
paketi üçüncü basamağa bırakan Recep, “Fırla.” komutunu almış bir asker gibi
atıldı. İki adımda Zehra’nın yanındaydı. Kollarıyla belinden kavradı.
“Tam
senin sevdiğin gibi.” dedi, Zehra’yı kendine
doğru çekti.
Murat’ın
yüzü ekşidi. “Şimdi öpecek.” diye düşündü.
“Yavaş!”
dedi Zehra, “Evde misafirimiz var, Murat’ı getirdim.”
Murat,
telaşla odaya koştu. Kapıyı öncesi gibi yarı aralık bıraktı, yatağa uzandı,
yorganı üstüne çekti, gözlerini sımsıkı kapadı. Artık ortalık tamamen sessizdi.
Kapının açıldığını odaya birinin girdiğini algıladı. Sonra hemen yanı başında
anasonun keskin ve itici kokusunu duydu. Gözlerini daha da fazla yumdu. Sıcak
bir el saçlarını okşadı hafiften. Yanındaki pencerenin önüne, mermerin üstüne dökülen
kuruyemişlerin sesini duydu. Gelen yavaşça odadan çıkarken kapıyı tamamen
kapattı. Murat, gözlerini açtı ama karanlıkta hiçbir şey göremedi. Elini
pencereye doğru uzattı. Kuruyemişleri parmaklarıyla yokladı. Bir tanesini aldı,
ağzına götürdü. Damağında bademin buruk ve etkili lezzetini hissetti.
Ertesi
sabah yine teyzesinin sesiyle uyandı. Zehra, elinde süpürge, hem süpürüyor hem
de neşeyle şarkı söylüyordu:
Gemi gelir yanaşır
İçi dolu çamaşır
Benim yârim çok güzel
Gören gözler kamaşır
Hani benim Recebim İçi dolu çamaşır
Benim yârim çok güzel
Gören gözler kamaşır
Sarı lira vereceğim
Almazsan karakola gideceğim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder