Blog Arşivi

Bir Öyküm Var


                                                       ADANA

       Geceleri, dışarda, havuzun hemen yanında, yere serilen sergiler üzerinde yemekler yenir, çaylar içilirdi. Bir yaz süren bu keyfi sadece yağmur bozardı. Aile fertlerinin birlikte oturduğu, sohbetin gece boyu sürdüğü, televizyonun, bilgisayarın henüz hayatımızı esir almadığı altın günlerdi onlar.  

Akşamın ilk gölgeleri düşerken bir telaş başlardı evde. Taş döşeli avlu, süpürülür yıkanırdı. Biraz kuruması beklenir, sonra halılar, kilimler serilirdi yerlere. Kenarlara duvar yastıkları dizilir, köşelere minderler konurdu. Birkaç tane de kırlent atıldı mı sağa sola, oturma odası hazırdı, yıldızların altında. Radyo, oturma odasının penceresinden dışarı çıkarılır çiçek saksılarının arasına yerleştirilirdi. Uzun dalga Ankara radyosu en çok dinlenen istasyondu. Ne de olsa devlet radyosu; haberler burada, Tahsin Temrel’in efektlerini yaptığı Radyo Tiyatrosu burada… Fakat söz konusu müzik olursa; rağbet gören istasyonlar kısa dalga Meteorolojinin Sesi veya Polis Radyosu olurdu. Arada bir Rum radyoları karışsa da Zeki Müren’in sesini kimse bastıramazdı:

           “Kalbimi bezlederim minnet- ü zevkle dilesen
           Bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye sen… “
            Radyonun altın günleriydi onlar.
            Gecenin ilerleyen saatlerinde Hüseyin Bey;
“Kusura bakmayın, ben yatıyorum.” dedi, merdivenlerden çıkarak içeri girdi.
            Onun gitmesiyle tedirginliği hat safhaya ulaşmış Zehra:

“Abla” dedi, “gördün mü Recep’in yaptığını? ‘Canım, ciğerim’ dedi, ‘bir tek cumartesim var’ dedi, ‘en geç akşam 10’da seni alırım eniştemlerden’ dedi, bak saat 12’ye geliyor ortada yok.”

Birileri duyar da ayıp olur diye düşündü, daha kısık bir sesle ama öfkeli devam etti.

“ Allah belasını versin bu adamın.”

Zehra’nın ablası;

“Bela okuma, ne yapalım, her güzelin bir kusuru olur.” dedi, Zehra devam etti:            “Yok, abla bu böyle yürümez. Bunu kaçıncı yapışı. Adam huy edinmiş, olacak gibi değil.”

Ablası sakinleştirmeye çalıştı Zehra’yı.

“Erkek milleti değil mi, işte... Başkası daha iyi mi sanıyorsun?”

Zehra, sakinleşeceğine daha da çok kızmıştı:

“Gecenin bir saati. Herkes yatacak. Evde tek başıma korkarım.”

“Yabancı yerde misin? Yatarız burada.” dedi ablası.

“Olmaz!” dedi Zehra, “Eve giderim, ama Murat benimle gelsin. Bana bekçilik yapsın bu gece.”

Evin girişindeki merdivenlerin ilk basamağında oturuyordu Murat. Işık en güzel buraya düşüyordu ve kitap okumak için en uygun yerdi burası. Elindeki resimli romandan başını kaldırdı, sevinçle;

“Gelirim.” dedi.

            Sevindi Murat. Zehra teyzesine gitmek Murat için büyük bir zevkti. Onlarda okunacak o kadar çok dergi vardı ki. Hem de dergilerin ilavesi bir sürü resimli roman: “Tef, Dolmuş, Akbaba, Pazar, Yelpaze,” en önemlisi de “Pazar Çocuk”. Hem teyzesi hem de eniştesi merdiven boşluğunun üstündeki pencerenin içinde duran eski dergileri karıştırmasına ses çıkarmazlardı. Bu pencere her zaman kapalı dururdu ve kitaplık görevini üstlenirdi. Murat pencerenin gerçekte nereye açıldığını, arkasında neler olduğunu bilmezdi. Penceredeki benekli, rengi çoktan solmuş kalın perde aralanacak olsa, buradan Gökler Hâkimi Gordon’un uzay gemisini ya da Boncuk ’un kulübesinin bulunduğu Basri Beylerin bahçesini görebileceğini hayal ederdi.

Resimli romanların altın çağlarıydı o günler. Gerçi daha Ontario Kurtları maceralarına başlamamıştı ve henüz Zagor ortalıkta yoktu; ama Pekos Bill, Teks, Kinova, Tom Miks, Teksas gibi babayiğit kahramanlar vardı. Murat için vaz geçilmez kahraman Pekos Bill’di. Onun kıvırcık sarı saçlarının arasında, önünden arkaya doğru uzanan siyah bir perçem vardı ve çok değişik bir hava verirdi çehresine. Pantolonunun rüzgârda uçuşan renkli uzantıları vardı Pekos Bill’in. Havada kemendiyle yıldız çizen bu Teksas kahramanına vurgundu Murat. Ancak Süe, yani Pekos Bill’in sevgilisi, Murat için lüzumsuz bir varlıktı. “Neden koyarlar ki?” diye hayıflanırdı kendi kendine.

Murat, 9 yaşındaydı… Pek çok şeyin farkındalığından uzak, altın yaşlardı onlar. Ne geçim derdi ne de gelecek endişesi, vardı Murat’ın. Bir sinema bileti; bir de ikinci el resimli roman alacak para geçince eline, kendini dünyanın en zengin insanı zannederdi. Yalnız, sinema deyince orada biraz durmalı, öyle her film olmazdı: Tarzan birinci tercih, olmazsa ajan filmi olmalıydı o da olmazsa kılıçlı filme razı olurdu. Yanlış bir filme giderse ertesi gün arkadaşlarını uyarırdı:
      “Oğlum sakın o filme gitmeyin, kötü, çok fazla öpüş var.”
 
          “Haydi, o zaman, hazırlan, pijamalarını al.” dedi annesi. Murat bir koşu eve girdi, pijamalarını kapıp geldi. Teyzesi elinden tuttu, birlikte yola koyuldular. Teyzesinin elini sımsıkı tutuyordu. O sıkışla:

“Teyzeciğim, hiç korkma yanında ben varım, ben, yani Pekos Bill.” diyordu Murat.

 

“Yerini hazırladım, haydi bakalım.”

Murat, yanında bir deste dergi, teyzesinin oturma odasında pencerelerin hemen önünde duran tahta divanın üstüne serdiği yatağa uzandı. Ondan mutlu kimse olamazdı artık. Zehra:

“Uykun gelince ışığı kapat. Kapını aralık bırakıyorum, korkma.” dedi, odadan çıktı. Bu “korkma” sözünden alındı Murat; ama biraz sonra dergilerin resimli dünyasına dalıp bu dünyadan elini eteğini çekti.

Bir gürültü koptu. Murat gözlerini açtı.

Odanın ışığı kapatılmış, yatağın içindeki dergiler düzgünce başucuna konulmuş ve üstüne yorganı örtülmüştü. “Teyzem yapmış.” diye düşündü. Yataktan hafifçe doğruldu.  Sesler dışarıdan, merdivenlerden geliyordu. Teyzesi, bağırıyordu:

“Gelme, çık, hiç gelme, ahlaksız adam.”

Heyecanla yerinden fırladı. Aralık kapıdan antreye çıktı. Her yerin ışıkları açıktı. Karanlıktan çıktığı için görmede zorlandı Murat. Teyzesi merdivenlerde, üstünde pembe bir sabahlık, ayakları çıplak, iki elinde iki terlik durmuş aşağıya, holde duran birine bağırıyordu. Merdiven boşluğuna bakan tırabzanlardan kendini göstermemeye dikkat ederek aşağı baktı. Eniştesi Recep, ilk basamağın önünde duruyordu. Kumral kıvırcık saçları dağılmış, kâkülü alnına düşmüştü. Üstünde yazlık beyaz bir takım elbise, beyaz bir gömlek vardı ve kravatı yarıya kadar gevşetilmişti. Eniştesini Pekos Bil’e benzetti Murat. Yüzünde tebessüm eksik olmayan bu insan, Murat’ı sever, onu ciddiye alır bir büyük insan gibi onunla sohbet ederdi. Murat da eniştesini severdi ve o sevdiği her insanda Pekos Bill’den bir parça görürdü.

Recep yalvarıyordu.

“Bak bir tanem, olmadı, arkadaşlar bırakmadı, geciktim. Uzatma bu kadar.”

Daha cümlesini tamamlamadan ilk terliği fırlattı Zehra. Recep, çevik bir hareketle sağ yanına kaydı, boşa giden terlik dış kapıya gürültüyle çarptı. Murat gülümsedi,

“Pekos Bill’i vurmak o kadar da kolay değil.” diye düşündü.

Recep;

“Canım, komşular uyanacak, rezil olacağız, yapma!” dedi yumuşak bir sesle.

Zehra bağırdı:

“Bak bak rezil olacakmış, zaten sayende reziliz.”

İkinci terlik kurşun gibi çıktı Zehra’nın elinden. Bu kez arkasına doğru köprü kurar gibi büküldü Recep. Terlik, havada uçan kravatını yaladı geçti. Murat, nerdeyse ellerini çırpacaktı;

“Yine ıskaladı.”

Teyzesine baktı. “Kurşunu bitti dedi.” içinden.

Recep yalvarmayı sürdürdü:

“Canımın içi, bak bu son.”

Zehra, isabetsiz terliklerin acısıyla sesini daha da yükseltmişti:

“Alçak, geber inşallah, dilerim bir dahaki sefere ölün gelir!”

“Yavrucuğum, kesinlikle bir daha olmaz.” dedi Recep ve elindeki bir demet çiçeği salladı. “Bunlar sana tatlım.” Zehra daha da hırçınlaşmış, atmak için bir şeyler arıyor ve bağırıyordu.

“Yüzsüz, bir de çiçek ha?”

Recep, elindeki çiçeği ilk basamağın üstüne koydu. Şimdi ikinci basamaktaydı artık. Cebinden çıkardığı büyük bir peçeteyi serdi basamağın kenarına.

“Bak hayatım bunları sana getirdim, emin ol sensiz boğazımdan geçmedi.”

Cebinden çıkardığı avuç avuç fıstıkları, fındıkları, bademleri peçetenin üstüne boşaltıyordu. Bir an sessizlik oldu. Zehra, ara vermiş, dinleniyor gibiydi. Ceplerin boşalması bitince kaldığı yerden devam etti.

“Yarın anneme gidiyorum, beni bir daha arama.”

Ama bu kez sesindeki öfke yerini hüzne bırakmıştı.

“Canım sensiz ne yaparım.” dedi Recep, müşfik bir sesle ve devam etti. “Belki aç yatmıştır, dedim, sana yaptırdım.” Bu kez elinde bir başka paket vardı.

“Adana, bizim Selami ustadan hürmetlerle.”

Kısa süre bir sessizlik. Adana kebabının kokusu hafiften ortalığı sardı. Sessizlik devam ediyordu. Zehra, sakin kısık bir sesle sordu:

“Acılı mı?”

Elindeki paketi üçüncü basamağa bırakan Recep, “Fırla.” komutunu almış bir asker gibi atıldı. İki adımda Zehra’nın yanındaydı. Kollarıyla belinden kavradı.

“Tam senin sevdiğin gibi.”  dedi, Zehra’yı kendine doğru çekti.

Murat’ın yüzü ekşidi. “Şimdi öpecek.” diye düşündü.

“Yavaş!” dedi Zehra, “Evde misafirimiz var, Murat’ı getirdim.”

Murat, telaşla odaya koştu. Kapıyı öncesi gibi yarı aralık bıraktı, yatağa uzandı, yorganı üstüne çekti, gözlerini sımsıkı kapadı. Artık ortalık tamamen sessizdi. Kapının açıldığını odaya birinin girdiğini algıladı. Sonra hemen yanı başında anasonun keskin ve itici kokusunu duydu. Gözlerini daha da fazla yumdu. Sıcak bir el saçlarını okşadı hafiften. Yanındaki pencerenin önüne, mermerin üstüne dökülen kuruyemişlerin sesini duydu. Gelen yavaşça odadan çıkarken kapıyı tamamen kapattı. Murat, gözlerini açtı ama karanlıkta hiçbir şey göremedi. Elini pencereye doğru uzattı. Kuruyemişleri parmaklarıyla yokladı. Bir tanesini aldı, ağzına götürdü. Damağında bademin buruk ve etkili lezzetini hissetti.

Ertesi sabah yine teyzesinin sesiyle uyandı. Zehra, elinde süpürge, hem süpürüyor hem de neşeyle şarkı söylüyordu:

 Gemi gelir yanaşır
            İçi dolu çamaşır
            Benim yârim çok güzel
            Gören gözler kamaşır
                  Hani benim Recebim
                             Sarı lira vereceğim
                             Almazsan karakola gideceğim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERİ ve İSLAMİYETTEN ÖNCEKİ TÜRK EDEBİYATI

      TÜRK EDEBİYATININ DÖNEMLERİ    Türk Edebiyatı, Türklerin dâhil oldukları üç medeniyet ve kültür dairesine paralel olarak...